Monday, November 3, 2014

KATALANLARA KATILAN KATAR*


O katarda biz de vardık.
Olaylar şöyle gelişti aslında: Yarı zamanlı bir Barselonalı olan arkadaşım Zeliş Facebook sayfasında bir bağlantı paylaştı, ilgilenenler olursa diye. Gittim baktım. Diyor ki, Katalanlar Dostlarını Çağırıyor. Üç gün Katalonya’da bir Katalan ailesinde kalacak ve konferansımıza katılacaksınız, gelin, misafirimiz olun, Katalan davasını en yakın ağızlardan öğrenin. Şahane! Hemen formu doldurdum. Akabinde de cevap geldi: Dear Neslihan, artık misafirimizsiniz!
Heyecan diz boyu. Tabii öncesindeki vize faslının da heyecan katarının ilk anlarına katkısı çok. Neyse efendim, hazırlandık ettik. Günümüz geldi, gittik. Gittik ama evveliyatı var.
Kendileri bizim hangi uçakla geleceğimizi filan sordular sağ olsunlar, fakat biz onların planlarını son güne kadar tam manasıyla öğrenemedik. Eskilerin tabiriyle “larj” bir yaklaşım söz konusu. Bunun üzerine yazışmalarda, eh gelmişken biz sizi üç gün tutmayalım, otelde kalalım, hem de kendimiz de biraz gezeriz, dedik. Cumartesi günkü toplantıyı kaçırmamamız ricasıyla kabul ettiler.
Biz de planımızı şöyle yaptık: Barselona’ya indiğimizde otele gideceğiz, öğleden sonra Park Güell’i gezeceğiz, ertesi günü bizi öğle vakti otelin önünden alacaklar. Girona’ya gideceğiz hep birlikte (etkinlikler de, bizi ağırlayacak olan ailenin evi de orada), tren istasyonunda inip doğruca Figueres’e gideceğiz, Dali Müzesine! Sonra beş gibi trenle tekrar Girona’ya döneceğiz ve ev sahibimiz bizi alacak.

Düşündüğümüz gibi de başladık. Otelimiz bitişik nizam binalardan birinin dördüncü katındaydı. Her katta ayrı bir otel varmış meğerse, ama adı otel işte :) Neyse, içten tavırlı, pek az İngilizce bilen tonton bir bey bize odamızı gösterdi. Eskicene fakat temiz pak bir oda. Bir de bonusu var, minik bir balkon. Daha ne isteriz ki!
Üstümüzü başımızı değiştirip yola koyulduk. Park Güell benim hayatta en çok görmek istediğim yerlerden birisiydi. Kavuşmak şahane bir duygu. Ve fakat tabii zart diye giremiyorsun parka, daha doğrusu parkın Gaudi imzalı bölgesine. Kapı iki saatte bir açılıyor. Bekleriz canım ne olacak ki, diyerek biletlerimizi aldık ve parka hemen yukarıdan bakan set üzerinde konuşlandık. Bendeniz buz gibi bira siftahımı yaptım. Etrafı, insanları seyrederek zamanımızı değerlendirdik. Vakit gelince, girdik kuyruğa ver elini Gaudi (ve hiç bırakma, ne olursun). Anahtarlığımda temsilcisi bulunan ejderi gördüm tabii ama direkt ona gitmek olmaz, yavaş yavaş yaklaşmak en güzeli. Sütunlar, kubbeler arasında dolandım. Sütunların mozaiklerini okşadım. Boynum tutulana kadar tavanlarına baktım. iPad’in izin verdiği kadar fotoğraflarını çektim bol bol. Sonra loşluklardan açığa çıktık. Büyük teras en son okşayacağım duvarların evi.

Aşağıya doğru yöneldik. Benim ejderin etrafı ana baba günü. Herkes fotoğraf çektiriyor haspanın önünde, yanında filan. Haspa dedim ama aslında bence erkek o, sadece fazla süslü. Neyse. Karşımızda yine sütunlar, yine mozaik. Mavi, lacivert, beyaz mozaikler. Elişi kağıdından kesilip koyulmuş gibi tek tonda masmavi gökyüzünün önünde minik beyaz kuleler, kare kare beyazlı duvarlar. O güneşin altında her şey net ve harikulade. Zaman geçti ve sıra ejdere geldi. Gizli aşk bu, söyleyemem zevkimi hiç kimseyeeee... Sırtına, ağzının kenarlarına dokundum. Ağzından akan suyun altında elimi izledim. Fotoğraf da çektirdim tabii. İnsan gayet rahat bir şekilde “şu insanlar olmasa keşke etrafımızda” diye geçirebiliyor içinden :)
Bir süre sonra zaten kabullenmişlik duygusu ağır basıyor ve yavaşça uzaklaşıyorsun, içinden yolladığın minik el sallamalar eşliğinde.

Ve teras. O güzelim teras, o duvarların her bir oyuntusu. Milyonlarca renkli parçacık. Eski zevklerin seramik karolarından, tabaklarından özenle kırılarak yeniden döşenmiş veya özel olarak yapıldığı belli kıvrımlı muazzam seramikler. O yeşillerin tonları. Bizim Tünel’in eski duvarlarında olan o koyu yosun rengi ve benzerlerinden milyonlarca belki de. O o o.
Türlü köşelerinde oturdum. Duvarlarını sevdim. Omzumu attığımda kolumun yaslandığı her seramiğe sevgi, saygı, tebrik ve teşekkürlerimi sundum. Son oturduğum köşede New Jersey’den bir anne kızla tanıştım. Kadın bana İstanbul’da yaşamanın en güzel yanı nedir diye sormaz mı! Gak guk, işte tarihti, şuydu buydu derken şikayet ederken buldum kendimi. Hiç iyi gelmedi bana bu durum :( Neyse efendim, döndük mahallemize.

Ertesi gün büyük heyecan var, gelip bizi alacaklar ve Katalanlarla tanışacağız. Tanıştık. Saat 12:00 biz otelin kapısının önüne indik. Ne gelen vaaar, ne giden. Bize verilen telefon numarasını aradım, İspanyolca konuştuğu izlenimi edindiğim bir ses bir şeyler dedi ve arkasından biiiip sesi ve sessizlik, anlaşıldı diyerek mesaj bıraktım, “Hello Ari, we are waiting in front of the bilmemne hotel...” Ses tonumdan “nerdesiniz olm” anlamını çıkarabileceğini ümit ettim. Değişen bir şey yok. Mail attım koordinatöre, yine “nerdesiniz ya?” mealinde. Neyse, 20 dakika gecikmeyle bir otomobil durdu önümüzde, içinden çok sempatik bir genç adam fırladı elinde bir kağıt filan, gözlerimizle “aradığınız biziz” dedikten sonra bir sarılma, öpüşme faslı. Ne şahane. Sonradan iyice anladık ki bu Katalanlar hakikaten çok sıcak kanlı, komplekssiz ve tatlı insanlar.
Çok tatlı bir havada yola koyulduk. Ari dedi ki, bir buçuk saat sonra Girona’dayız.
Bir buçuk saat sonra Barselona’dan ancak çıkabilmiştik. Meğerse bunlar Gironalıymış, büyük şehir sevmezmiş filan, yolu bulamıyorlar. Dün gittiğimiz Park Güell’i gördük yine. Ari önce trafikte pek iyi olmadığını söyledi. Lidia birisiyle telefonda konuşup yardım aldı. Bir süre sonra Lidia’nın telefonu çaldığında “non sorti” filan gibi laflardan arayanın yardım eden kişi olduğunu ve bizim de hala şehirden çıkışı bulamadığımızı anladım. Dön baba dönelim. Göbeklerden dönüp aynı yollara girmeler filan. Ari komik çocuktu, işi gırgıra vurdu, şu solumuzda gördüğünüz binalarrr” filan diye tur rehberi esprisi yaptı. Neyse, neticede çıktık tabii. Sonradan haritadan baktık ki epey ters bir yerden çıkıp yolu uzatmışız da.
Olsun, Girona tren istasyonuna geldik. Ari sağ olsun bilet almamıza yardımcı oldu ve vardık Figueres’e.

Dali Müzesi, bir manyaklık abidesi! Giriş gelişme sonuç, baştan aşağı bir şeyler. Tek başına olsa amma kitsch artık yuh dedirtecek şeyler böyle bir ortamda insana batmak şöyle dursun çocukça bir eğlenme hissi veriyor. Dali’ye duyulan hayretle karışık hayranlık neticede ortaokul yaşlarına özgü bir şey fakat işte adamın kocaman dünyasının küçük parçasındaki kocamanlık, şaşaa ve şakaların iç içe alemine şahit olunca hazırda bekleyen burun kıvırma tavrı yerini düpedüz hayranlığa bırakıyor. İyi ki gitmişiz. Birkaç saat bize az geldi. Ağzımız bir karış açık, trenimize bindik geldik Girona’ya.
Xavier Aldeguer, yani Xavi bizim ev sahibimiz, kendisi gastroenterolog. Bunu öğrendiğimizde oo neler sorarız neler gibi bir havaya girmiştik fakat sıra hiç geyiğe gelmedi doğrusu. Ateş parçası bir adam. Bilgi küpü. Heves bombası. Şevk katarı. Geldi bizi aldı istasyondan. Yine sarılma öpüşme faslı.
Evlerine geldik. Senelik izinlerinin ilk günü olması nedeniyle karısı ve çocukları çoktan tüymüş, Xavi de onlara katılacak iki gün sonra. Eşyaları bıraktık ve doğruca toplantı alanına  gittik. Bize misafirler için hazırlanmış Katalan davasına dair kocaman güzel bir kitap, yanında CD, broşürler vb. verdiler. Meğerse Katalan yemeklerinin tanıtıldığı bir fuar alanıymış. Yiyecek içecek kuponlarımızı da alıp girdik. Özel davetli olduğumuzdan halkın oturduğu büyük salonda değil üst katta konuşlandık (eee olacak o kadar artık). Bizden başka iki Japon ve belki birkaç yabancı daha vardı. Ben Xavi’ye bir şey sormuştum, o cevaplarken bir anda televizyoncular geldi kaydetti filan. Havalar bin beş yüz.

Çok heyecanlılar. “Bu sefer olacak” havası hakim.
twitter’da bir grup oluşmuş, artık her ayın 11’inde Katalan bölgesinde bir yerde toplanıp yemek yiyorlarmış. Neden mi 11?
Çünkü 11 Eylül onların Ulusal Günü (ne 11 Eylül’müş arkadaş**).
Bayramları demek isterdim fakat anlamının bayram etmekle pek ilgisi yok. Bir başarının değil, başarısızlığın yıl dönümü. İspanyol Veraset Savaşı’nda 11 Eylül 1714 günü yenilgilerini, yani bağımsızlıklarını kaybetmelerini anıyorlar ki hiç unutmasınlar.
İlginç.

Biz sözüm ona bir miktar okuyup gitmiştik fakat insanların kendisinden dinlemek başka oluyor. Katalanların bağımsızlık istemesi, hiç olmamış bir şeye kavuşma isteği değil, kaybedilenin geri kazanılması mücadelesi. İlk kez 707 yılında bağımsızlıklarını ilan etmiş bir milletten söz ediyoruz. İlk kanunları 1027’de kaleme alınmış. Aslında Katalonya yüzyıllar içinde birçok kez işgal edilmiş fakat Katalanlar kendi kültürünü koruyan farklı bir ulus olarak kalmışlar.
Bunda da seny denen bir “denge, öngörü, ortak akıl, bilinçlilik, doğru dürüstlük vb.” üzerine kurulu pragmatik düşünce biçiminin payı büyük olmuş. Karşıt kelimesi rauxa ise fevri davranmak filan anlamına geliyor. Güzel şeyler.
Xavi de tam bağımsızlık isterken hiçbir zaman silahlı eylemden yana olmadıklarını (Baskların aksine), bunun da halktan aldıkları desteği artırdığını söylemişti.

Xavi tüm Katalan hikayesini yemiş yutmuş. Anlat deyince hiç susmadan günlerce anlatabilir gibi bir his uyandırıyor. Nitekim ertesi sabah tam kahvaltı masasına oturacağım, bir elimle sandalyeyi çekerken sorduğum “Katalanlar başka yerlere de gitmişler mi?” sorusu karşısında bir koşu gidip kitaplıktan dev bir atlas kitap kaptı geldi ve ben öyle ayakta, bir elim sandalyede kalakaldım.
Büyük toplantıya gitmek üzere evden çıktık, daha doğrusu evin içinden garaja geçtik ve fakat Xavi’nin düldül çalışmadı (yeni arabayı karısı almış). Biz tabii hemen alışık olduğumuz çözümleri önerdik, itip çıkaralım yokuş aşağı giderken çalışır filan. Pek oralı olmadı.
Neticede babası geldi aldı. Baba Aldeguer, İngilizce bilmiyor fakat işaret diliyle anlaştık. Medeni ve neşeli insanların arasında olmak güzel bir duygu. Baba ile oğlun arasındaki hava (elektrik) imrenilesi derecede pozitifti. Fakat baba bu bağımsızlık çabasına pek de sıcak bakmıyor. “İyiyiz böyle, kurcalamanın ne alemi var” havasında. Onun jenerasyonu, dile kolay 36 sene faşist diktatör Franco’nun diktası altında yaşamış. Şimdi tabii iyiler.
Katalanca konuşulmazmış mesela evlerinde. Yasak zaten.*** Çocuğuna Katalanca isim koyamıyorsun, mezar taşın bile İspanyolca yazılmak zorunda. Katalanca şarkı yasak, kitap yasak, tiyatro yasak. (Biraz tanıdık geliyor değil mi?). Nitekim Xavi sonradan öğreniyor Katalancayı.

Biz önemli bir toplantıya gidiyoruz, turist gibi gitmeyelim, ciddi olalım diye üstümüze başımızı ona göre ayarladık, fakat o da ne Xavi’nin ayağında şort üzerinde tişört. Gittik kongre merkezine, onun gibi şortlu tişörtlü bir sürü insan. İnsan gerçekten hayret ediyor :)
Şimdi üst baş serbest fakat davaya sadakatte ciddiyet esas.
Katalan Ulusal Meclisinin başkanı bir kadın, Carme Forcadell. Başkan yardımcıları (eşbaşkan mı yoksa) o da kadın. Xavi gururla söylüyor.
Carme’nin konuşmasından etkilenmemek mümkün değil.
“Katalan toplumu tabii ki özgürlüğü savunuyor, fakat en önemlisi biz demokrasiyi savunuyoruz… kendi geleceğimize demokratik ve barışçı yoldan kendiniz karar vermek istiyoruz. İspanya'nın parçası olmaya biz karar vermedik, 300 yıl önce bizim adımıza karar verildi. Fakat bütün bu yıllar içinde İspanya, Katalan Halkının kendisini İspanyol krallığının bir parçası hissetmesini sağlayamadı… Biz herkesin özgür olmasından ve kendi hayatları hakkında kendi kararlarını vermesinden yanayız, tüm ulusların kendi geleceklerini tayin etmeye hakkı olduğuna inanıyoruz”
Başka konuşmalardan da sonra sıra milli marşlarına geliyor.
Henüz herkes ezbere bilmiyor olacak ki perdede sözleri yazıyor. Aslında marşın/şarkının tarihi 1640’lara, 30 Yıl Savaşları dönemindeki Katalan Ayaklanmasına kadar gidiyor ama Katalan hükümeti 1993 yılında milli marş olarak benimsemiş.
Marştan sonra sloganlar atılıyor (linki şurada). 
Derken sahneye palyaçolar çıkıyor. Müzik eşliğinde bir şeyler.
Biraz tuhaf geliyor insana tabii, adamlar bağımsızlık toplantısını palyaçoyla mı kapatıyor, ne biçim iş derken, bir tanesi elindeki bir sepetten bir yün yumağı alıp bir diğerine fırlatıyor. Derken öbürü ona, diğeri salona fırlatıyor. İstenen şu: Yumağı yakalayan herkes ucunu bırakmadan salonun başka bir yerine fırlatacak. İnanılır gibi değil ama birkaç dakika sonra bütün salonun içi rengarenk çizgilerle doluyor (linki şurada). İşte bu insanların iletişimi, diyorlar. Acayip bir coşku. Tüyler ürperiyor. Gözler doluyor. Perdede teşekkür yazısı.

Çıkışta kitap sergisi var. Fakat hepsi Katalanca, istesem de alamıyorum.
Girona içinde küçük bir tura katılmak üzere binadan ayrılıyoruz.
Tren katarı görünümlü bir otobüsün içine doluşuyoruz. Şoför şişman iri yarı, dişleri filan bir tuhaf, komik bir adam. Orta Çağ Avrupa’sından gelme, yahut Asteriks’ten bir karakteri andırıyor. Zaten Katalonya’da ve sonradan gittiğimiz Bask Ülkesinde toplam 8 gün içinde belki 10 dışa şaşı insan görmüşümdür. Fazla karışmamanın sonucu olsa gerek.

Tekrar Barselona’ya dönüş.
Barselona’yı çok sevdim, eski Kadıköy-İzmir karışımı bir yer. Balkonlar, tenteler ve son günlerin heyecanının yansıtan Katalan bayrakları. Acıtmayan güneş. Pozitif bir elektrikler dolaşıyor havada. Rahatlık buram buram :)
Barselona’da tek sinir olduğum şey sokaklarda tabela olmamasıydı. Hemen her yere yürüyorduk. Elimizdeki haritada sokağın adı yazıyor amma velakin sokaklarda sokak adları yazmıyordu. Bir iplemezlik havası mı desem artık :) Hazırlık yaparken kendimize kılavuz seçtiğimiz National Geographic armağanı şehir haritasında La Sagrada katedrali temsili resminin ön cephesinin ters basılmış olması sonucu arka sokaklara dalarak bir miktar kaybolmak çok gereksizdi mesela. Yine de gece sokaklarda yürümek çok güzeldi. Son gün Dünya Kupası finali oynandı, meydanda Alman gençler kutlama yapıyordu. Brezilya’yı tutanlar da var. Çoluk çocuk başka bayraklarla gelenler de. Kavga filan çıkmadı.
Son gün İstanbul’da görüşemediğimiz Zeliş’i gurbette ziyaret ettik. Oradan çıkıp Miro parkı, Mercat Del Encants (Bit Pazarı) gezdik. Sınırlı günlerimiz bitiverdi. Biz gittiğimizde kapalı olan müzelerde aklım kaldı. Özellikle Müzik Müzesi ve Casa Battlo’nun içi “artık bir dahaki sefere” kaldı.

  * Şahane bir G. Cabrera Infante romanı olan KAPANDA ÜÇ KAPLAN’ın orijinal adından (Tres Tristes Tigres) mülhem.


*** DİLE KARŞI SAVAŞLAR - KATALANCABize verilen kitaptan Katalancanın yasaklanmasıyla ilgili kısmın çevirisi

PANDISPANYA ALBÜMÜ BURADA






6 comments:

  1. pek iyi bildiğim bir geziyi yine ve yeniden keyifle yapmış oldum.
    Katalanlara hep destek tam destek...

    ReplyDelete
  2. This comment has been removed by a blog administrator.

    ReplyDelete
  3. This comment has been removed by a blog administrator.

    ReplyDelete
  4. This comment has been removed by a blog administrator.

    ReplyDelete