Wednesday, November 5, 2014

İYİ Kİ DOĞDUN DAVID BOWIE


David Bowie'nin 50. yaş günü için 1997 tarihli Negatif dergisine yazdığım yazı Sanatatak için güncellenmiş haliyle: bu sefer tarih 12 Ocak 2013




1974. Yaz. Odamdayım. Aslan pozunda (anladınız tabii, hani belden aşağısı tutmuyor gibi bacaklar hafif kıvrık geride bırakılmış, iki kol dirseklerden kırık çapraz ileriye uzanıyor, baş aşağıya bakmasına rağmen gözler yukarıları hedeflemiş) oturuyorum halının üzerinde. Önümde, henüz canını almışım gibi duran şey ise ITT Schaub Lorenz teybim. Record düğmesi kırmızı, diğerleri siyah. O kırmızı düğmeyle, siyahlardan üzerinde PLAY yazanı basılı. Yani kayıt yapıyorum. Nefes almak yok, şakaklarımda gerginlik. Teybin mikrofonu çatal ayağın üzerinde radyoyu hedef almış, görevini yerine getiriyor dikkatle. Sanki NASA’da bir fırlatma anı yaşanıyor. Göbeği tırtıllı kumaş, yeşil ışıklı radyoda TRT 3 açık. Her an annem odaya girip kaydı mahvedebilir. Çok tedirginim.
Çalan parça çok güzel çünkü. Ve ne olduğunu henüz bilmiyorum. Her an bitebilir ve tam spiker ne olduğunu söylediğinde ben anneme hırçın el kol hareketleriyle durumun vahametini anlatmaya çalışıyor olduğumdan, duyamayabilirim. O zaman da bütün şımarıklığımla bas bas bağırabilir, yıkılan evrenin bütün sorumluluğu altında ezileceğini haykırabilirim yüzüne.
Neyse ki böyle bir şey olmuyor. Parça bittiğinde terbiyeli ve dikkatli kadın sesi “David Bowie’den Space Oddity adlı parçayı dinlediniz”, diyor. “Şimdi sırada... ” Yo hayır, kaydı durduruyorum. Bir an önce dinlemek istiyorum bu parçayı. başa sarıyorum kaseti. Bu ileri geri sarma düğmelerine devamlı basmak gerekiyor, çok can sıkıcı.
Yeniden dinliyorum. Ve galiba hayatımda ilk kez, tam içimde bir boşluk oluşuyor ve o boşluğun net karanlığında ılık bir çiçek açıyor... Yani aşık oluyorum. (Galiba ondan sonra da aşk benim için hep Space Oddity olsun istedim. Uzay, yalnızlık, insanlardan uzaklaştıkça artan ilgileri, kapıdan adım atmak, hiç olmamış bir şekilde yüzmek uzayda, uzakta mavi dünya gezegeni, o gün pek tuhaf görünen yıldızlar, kat edilen binlerce mile rağmen sükunet, belki de en iyisini bilen uzay gemisi ve “karıma onu çok sevdiğimi söyleyin, biliyor gerçi”... Sonra kopan bağlantılar, “Dünyadan Binbaşı Tom’a, devre koptu, bir terslik var, duyuyor musun Binbaşı Tom, duyuyor musun, duyuyor musun, duyuyor musun, duyuyor musun”... Sonra kapsülün etrafında yüzmek, aydan çok uzakta, dünya gezegeni mavi ve yapılabilecek hiçbir şey yok...)
O yıl Uzay Yolu seyrediyorum cumartesi öğleden sonraları.
Mister Spock en iyi arkadaşım, David Bowie ise biricik aşkım, can ortağım, kimselerin boy ölçüşemeyeceği. Duvarın boyaları döküleceği için gardırobumun üzerini kapladım posterlerle. Music Star dergi alıyorum, İngiliz devri, Glam Rock devri, Suzi Quatro’ya bayılıyorum. Siyah deri pantolon, deri bileklikler, zincirli kemerler, kat kat kesilmiş düz saçlar ve BAS GİTAR. Devil Gate Drive, 48 Crash, Can the Can söylüyorum sınıfta, kafamı sallayarak. İngilizce öğretmenlerimden birisi “kızınız çok şımarık” diyor anneme toplantıda. Sinir oluyorum o kadına. Neyse, benim işim uzayla zaten, yerdekiler beni etkilemiyor fazlaca.
Space Oddity dinliyorum bol bol. Usul usul giriyor damarlarımdan. daha ilk anda dozu aşmıştık zaten. Uzaya inanıyorum, bir gün hiçliğe gitmeye, tekliğe, ne erkek ne kadın olmaya, ironik bir sesle kendi kendime konuşmaya. Ve aşka.
Yıllar sonra bir arkadaşım, “sevdiğin müziklere dikkat et, onları sevmen tesadüf değil” diyor. Aklıma ilk gelen başka bir David Bowie parçası oluyor: Five Years. (Artık David Bowie’nin birden fazla parçasını biliyorum). Beş yılımız kaldı diyor şarkıda, hiç tadılamayacak, çoktan kaçırılmış bir geleceğin acısı var sesinde. korkuyorum. Aynı arkadaşım el falıma bakıp, beş yıl içinde bir hastalık geçireceğimi, atlatırsam uzun yaşayacağımı söylüyor . (Üç yıl sonra trenin altına atıyor kendini ama. Neden diye hiç sormuyorum kendime.)
Büyüyorum yavaş yavaş. David Bowie de öyle. Bu gezegenin insan hikayelerini dinliyoruz birlikte. Değişiyoruz.

Şimdi artık ben 50 yaşına geldim. David Bowie de oldu 66. Allah hepimize uzun ömürler versin.

“Bowie hastası” diye bilindiğimden, bir şey anlatmam lazım oldu. Fakat anladım ki sıfırdan bir David Bowie yazacak değilim. Bir vakitler kendisi için bir şey yazdığımı hatırladım. Güvenli yerdir zannederek sakladığım sandıktan buldum. Buldum ama diğer birçok şeyle birlikte (20’li yaşlarda yaptığım çizimler vb.), sandığın içine sızan su nedeniyle çürümüştü (sandığın üzerine saksı koyan da benim). Neyse ki bozulmamış haldeydi.
Okurken, ölmüşüm de gizlediğim anılarımı bulan birisiymişim gibi kendim için hüzünlendim. Fakat zaman içinde çevirmen/redaktör insan olduğum için, hatalar aradım. İlk gözüme çarpan, tarif ettiğim pozisyonu “oturuyorum” şeklinde tamamlamam. Öyle oturulmaz ki yahu, olsa olsa uzanılır :) Sonra, teypteki düğmenin üzerinde yazan PLAY değil, START olacakmış; yazıyı yazdığım zaman internet yoktu ve işte aklımda öyle kalmış, yahut düpedüz uydurmuşum :) Bir de şunu hatırladım: Aslında spiker “spays oditi” demişti. Yani Spice Oddity. Onu belirtmemişim, yahut bir şekilde silinmiş yazıdan. Bilmiyorum.
Onun dışında, iyiydi. Peki, aradan 15 sene geçmiş. Bu zaman zarfında neler mi oldu?
Maalesef dişlerini yaptırdı!
Onun dışında, biz yine deliler gibi Bowie dinledik. Konserlerini, stüdyo kayıtlarını, kliplerini izledik. Bu yaşımızda bas bas bağırarak eşlik ettik. Şikayetler aldık alt komşudan tabii. Gönül mahallemizden biri addedip, çekiştirdik de biraz kıskançlıkla.
Güzel dişli resimlerini birbirimize gönderip, “ah ulan, ahhh” dedirttik. Ha, bu arada çocuğu filan da oldu. Hatta karısı İman’ın kızıyla fotoğrafı karşımıza çıkınca bulup paylaştık; “yahu kız tam ikisinin karışımı, uzaylı gibi” filan dedik. Ha pardon, arada kalp spazmı geçirdi. Artık konserini izleme ihtimalimiz tamamen yok oldu, diye sahte bir yoksunluk hissettik, bir nevi rahatladık aslında. O güzel dişli resimlerine bakıp, “of ya, keşke yaptırmasaydı” dedik.
Sevgilimiz bize doğum günümüzde David Bowie panosu yaptırdı geldi. Şaşırdık ama acayip sevindik.
Geri dönüp güzel dişli resimlerine bakıp iç geçirdik. Şu haliyle New York sokaklarında böyle havalı havalı taksi çevirirkenki fotoğraflarını paylaştık.
Eski güzel dişli resimlerine bakıp bir kere daha hayranlık duyduk. Yetmedi, o eski dişleriyle çekilmiş bir fotoğrafını (ama çok tatlı) paylaştık ve mesela “Aaaaa tahrik unsuru var ama” gibi cevaplar alıp hınzırca gülümsedik.
Biz bu minvalde giderken, David Bowie de işte meğerse boş durmamış, yine kendini oldurmaya devam etmiş, aşmış filan. Albüm yapmış. Bir de klip çekmiş ki, maazallah. İstemiş ki, biz onun güzelliğini hatırlayalım. Peki, öyle olsun. Bir kere daha iyi ki doğdun diyoruz biz de sana David Bowie.

Monday, November 3, 2014

KATALANLARA KATILAN KATAR*


O katarda biz de vardık.
Olaylar şöyle gelişti aslında: Yarı zamanlı bir Barselonalı olan arkadaşım Zeliş Facebook sayfasında bir bağlantı paylaştı, ilgilenenler olursa diye. Gittim baktım. Diyor ki, Katalanlar Dostlarını Çağırıyor. Üç gün Katalonya’da bir Katalan ailesinde kalacak ve konferansımıza katılacaksınız, gelin, misafirimiz olun, Katalan davasını en yakın ağızlardan öğrenin. Şahane! Hemen formu doldurdum. Akabinde de cevap geldi: Dear Neslihan, artık misafirimizsiniz!
Heyecan diz boyu. Tabii öncesindeki vize faslının da heyecan katarının ilk anlarına katkısı çok. Neyse efendim, hazırlandık ettik. Günümüz geldi, gittik. Gittik ama evveliyatı var.
Kendileri bizim hangi uçakla geleceğimizi filan sordular sağ olsunlar, fakat biz onların planlarını son güne kadar tam manasıyla öğrenemedik. Eskilerin tabiriyle “larj” bir yaklaşım söz konusu. Bunun üzerine yazışmalarda, eh gelmişken biz sizi üç gün tutmayalım, otelde kalalım, hem de kendimiz de biraz gezeriz, dedik. Cumartesi günkü toplantıyı kaçırmamamız ricasıyla kabul ettiler.
Biz de planımızı şöyle yaptık: Barselona’ya indiğimizde otele gideceğiz, öğleden sonra Park Güell’i gezeceğiz, ertesi günü bizi öğle vakti otelin önünden alacaklar. Girona’ya gideceğiz hep birlikte (etkinlikler de, bizi ağırlayacak olan ailenin evi de orada), tren istasyonunda inip doğruca Figueres’e gideceğiz, Dali Müzesine! Sonra beş gibi trenle tekrar Girona’ya döneceğiz ve ev sahibimiz bizi alacak.

Düşündüğümüz gibi de başladık. Otelimiz bitişik nizam binalardan birinin dördüncü katındaydı. Her katta ayrı bir otel varmış meğerse, ama adı otel işte :) Neyse, içten tavırlı, pek az İngilizce bilen tonton bir bey bize odamızı gösterdi. Eskicene fakat temiz pak bir oda. Bir de bonusu var, minik bir balkon. Daha ne isteriz ki!
Üstümüzü başımızı değiştirip yola koyulduk. Park Güell benim hayatta en çok görmek istediğim yerlerden birisiydi. Kavuşmak şahane bir duygu. Ve fakat tabii zart diye giremiyorsun parka, daha doğrusu parkın Gaudi imzalı bölgesine. Kapı iki saatte bir açılıyor. Bekleriz canım ne olacak ki, diyerek biletlerimizi aldık ve parka hemen yukarıdan bakan set üzerinde konuşlandık. Bendeniz buz gibi bira siftahımı yaptım. Etrafı, insanları seyrederek zamanımızı değerlendirdik. Vakit gelince, girdik kuyruğa ver elini Gaudi (ve hiç bırakma, ne olursun). Anahtarlığımda temsilcisi bulunan ejderi gördüm tabii ama direkt ona gitmek olmaz, yavaş yavaş yaklaşmak en güzeli. Sütunlar, kubbeler arasında dolandım. Sütunların mozaiklerini okşadım. Boynum tutulana kadar tavanlarına baktım. iPad’in izin verdiği kadar fotoğraflarını çektim bol bol. Sonra loşluklardan açığa çıktık. Büyük teras en son okşayacağım duvarların evi.

Aşağıya doğru yöneldik. Benim ejderin etrafı ana baba günü. Herkes fotoğraf çektiriyor haspanın önünde, yanında filan. Haspa dedim ama aslında bence erkek o, sadece fazla süslü. Neyse. Karşımızda yine sütunlar, yine mozaik. Mavi, lacivert, beyaz mozaikler. Elişi kağıdından kesilip koyulmuş gibi tek tonda masmavi gökyüzünün önünde minik beyaz kuleler, kare kare beyazlı duvarlar. O güneşin altında her şey net ve harikulade. Zaman geçti ve sıra ejdere geldi. Gizli aşk bu, söyleyemem zevkimi hiç kimseyeeee... Sırtına, ağzının kenarlarına dokundum. Ağzından akan suyun altında elimi izledim. Fotoğraf da çektirdim tabii. İnsan gayet rahat bir şekilde “şu insanlar olmasa keşke etrafımızda” diye geçirebiliyor içinden :)
Bir süre sonra zaten kabullenmişlik duygusu ağır basıyor ve yavaşça uzaklaşıyorsun, içinden yolladığın minik el sallamalar eşliğinde.

Ve teras. O güzelim teras, o duvarların her bir oyuntusu. Milyonlarca renkli parçacık. Eski zevklerin seramik karolarından, tabaklarından özenle kırılarak yeniden döşenmiş veya özel olarak yapıldığı belli kıvrımlı muazzam seramikler. O yeşillerin tonları. Bizim Tünel’in eski duvarlarında olan o koyu yosun rengi ve benzerlerinden milyonlarca belki de. O o o.
Türlü köşelerinde oturdum. Duvarlarını sevdim. Omzumu attığımda kolumun yaslandığı her seramiğe sevgi, saygı, tebrik ve teşekkürlerimi sundum. Son oturduğum köşede New Jersey’den bir anne kızla tanıştım. Kadın bana İstanbul’da yaşamanın en güzel yanı nedir diye sormaz mı! Gak guk, işte tarihti, şuydu buydu derken şikayet ederken buldum kendimi. Hiç iyi gelmedi bana bu durum :( Neyse efendim, döndük mahallemize.

Ertesi gün büyük heyecan var, gelip bizi alacaklar ve Katalanlarla tanışacağız. Tanıştık. Saat 12:00 biz otelin kapısının önüne indik. Ne gelen vaaar, ne giden. Bize verilen telefon numarasını aradım, İspanyolca konuştuğu izlenimi edindiğim bir ses bir şeyler dedi ve arkasından biiiip sesi ve sessizlik, anlaşıldı diyerek mesaj bıraktım, “Hello Ari, we are waiting in front of the bilmemne hotel...” Ses tonumdan “nerdesiniz olm” anlamını çıkarabileceğini ümit ettim. Değişen bir şey yok. Mail attım koordinatöre, yine “nerdesiniz ya?” mealinde. Neyse, 20 dakika gecikmeyle bir otomobil durdu önümüzde, içinden çok sempatik bir genç adam fırladı elinde bir kağıt filan, gözlerimizle “aradığınız biziz” dedikten sonra bir sarılma, öpüşme faslı. Ne şahane. Sonradan iyice anladık ki bu Katalanlar hakikaten çok sıcak kanlı, komplekssiz ve tatlı insanlar.
Çok tatlı bir havada yola koyulduk. Ari dedi ki, bir buçuk saat sonra Girona’dayız.
Bir buçuk saat sonra Barselona’dan ancak çıkabilmiştik. Meğerse bunlar Gironalıymış, büyük şehir sevmezmiş filan, yolu bulamıyorlar. Dün gittiğimiz Park Güell’i gördük yine. Ari önce trafikte pek iyi olmadığını söyledi. Lidia birisiyle telefonda konuşup yardım aldı. Bir süre sonra Lidia’nın telefonu çaldığında “non sorti” filan gibi laflardan arayanın yardım eden kişi olduğunu ve bizim de hala şehirden çıkışı bulamadığımızı anladım. Dön baba dönelim. Göbeklerden dönüp aynı yollara girmeler filan. Ari komik çocuktu, işi gırgıra vurdu, şu solumuzda gördüğünüz binalarrr” filan diye tur rehberi esprisi yaptı. Neyse, neticede çıktık tabii. Sonradan haritadan baktık ki epey ters bir yerden çıkıp yolu uzatmışız da.
Olsun, Girona tren istasyonuna geldik. Ari sağ olsun bilet almamıza yardımcı oldu ve vardık Figueres’e.

Dali Müzesi, bir manyaklık abidesi! Giriş gelişme sonuç, baştan aşağı bir şeyler. Tek başına olsa amma kitsch artık yuh dedirtecek şeyler böyle bir ortamda insana batmak şöyle dursun çocukça bir eğlenme hissi veriyor. Dali’ye duyulan hayretle karışık hayranlık neticede ortaokul yaşlarına özgü bir şey fakat işte adamın kocaman dünyasının küçük parçasındaki kocamanlık, şaşaa ve şakaların iç içe alemine şahit olunca hazırda bekleyen burun kıvırma tavrı yerini düpedüz hayranlığa bırakıyor. İyi ki gitmişiz. Birkaç saat bize az geldi. Ağzımız bir karış açık, trenimize bindik geldik Girona’ya.
Xavier Aldeguer, yani Xavi bizim ev sahibimiz, kendisi gastroenterolog. Bunu öğrendiğimizde oo neler sorarız neler gibi bir havaya girmiştik fakat sıra hiç geyiğe gelmedi doğrusu. Ateş parçası bir adam. Bilgi küpü. Heves bombası. Şevk katarı. Geldi bizi aldı istasyondan. Yine sarılma öpüşme faslı.
Evlerine geldik. Senelik izinlerinin ilk günü olması nedeniyle karısı ve çocukları çoktan tüymüş, Xavi de onlara katılacak iki gün sonra. Eşyaları bıraktık ve doğruca toplantı alanına  gittik. Bize misafirler için hazırlanmış Katalan davasına dair kocaman güzel bir kitap, yanında CD, broşürler vb. verdiler. Meğerse Katalan yemeklerinin tanıtıldığı bir fuar alanıymış. Yiyecek içecek kuponlarımızı da alıp girdik. Özel davetli olduğumuzdan halkın oturduğu büyük salonda değil üst katta konuşlandık (eee olacak o kadar artık). Bizden başka iki Japon ve belki birkaç yabancı daha vardı. Ben Xavi’ye bir şey sormuştum, o cevaplarken bir anda televizyoncular geldi kaydetti filan. Havalar bin beş yüz.

Çok heyecanlılar. “Bu sefer olacak” havası hakim.
twitter’da bir grup oluşmuş, artık her ayın 11’inde Katalan bölgesinde bir yerde toplanıp yemek yiyorlarmış. Neden mi 11?
Çünkü 11 Eylül onların Ulusal Günü (ne 11 Eylül’müş arkadaş**).
Bayramları demek isterdim fakat anlamının bayram etmekle pek ilgisi yok. Bir başarının değil, başarısızlığın yıl dönümü. İspanyol Veraset Savaşı’nda 11 Eylül 1714 günü yenilgilerini, yani bağımsızlıklarını kaybetmelerini anıyorlar ki hiç unutmasınlar.
İlginç.

Biz sözüm ona bir miktar okuyup gitmiştik fakat insanların kendisinden dinlemek başka oluyor. Katalanların bağımsızlık istemesi, hiç olmamış bir şeye kavuşma isteği değil, kaybedilenin geri kazanılması mücadelesi. İlk kez 707 yılında bağımsızlıklarını ilan etmiş bir milletten söz ediyoruz. İlk kanunları 1027’de kaleme alınmış. Aslında Katalonya yüzyıllar içinde birçok kez işgal edilmiş fakat Katalanlar kendi kültürünü koruyan farklı bir ulus olarak kalmışlar.
Bunda da seny denen bir “denge, öngörü, ortak akıl, bilinçlilik, doğru dürüstlük vb.” üzerine kurulu pragmatik düşünce biçiminin payı büyük olmuş. Karşıt kelimesi rauxa ise fevri davranmak filan anlamına geliyor. Güzel şeyler.
Xavi de tam bağımsızlık isterken hiçbir zaman silahlı eylemden yana olmadıklarını (Baskların aksine), bunun da halktan aldıkları desteği artırdığını söylemişti.

Xavi tüm Katalan hikayesini yemiş yutmuş. Anlat deyince hiç susmadan günlerce anlatabilir gibi bir his uyandırıyor. Nitekim ertesi sabah tam kahvaltı masasına oturacağım, bir elimle sandalyeyi çekerken sorduğum “Katalanlar başka yerlere de gitmişler mi?” sorusu karşısında bir koşu gidip kitaplıktan dev bir atlas kitap kaptı geldi ve ben öyle ayakta, bir elim sandalyede kalakaldım.
Büyük toplantıya gitmek üzere evden çıktık, daha doğrusu evin içinden garaja geçtik ve fakat Xavi’nin düldül çalışmadı (yeni arabayı karısı almış). Biz tabii hemen alışık olduğumuz çözümleri önerdik, itip çıkaralım yokuş aşağı giderken çalışır filan. Pek oralı olmadı.
Neticede babası geldi aldı. Baba Aldeguer, İngilizce bilmiyor fakat işaret diliyle anlaştık. Medeni ve neşeli insanların arasında olmak güzel bir duygu. Baba ile oğlun arasındaki hava (elektrik) imrenilesi derecede pozitifti. Fakat baba bu bağımsızlık çabasına pek de sıcak bakmıyor. “İyiyiz böyle, kurcalamanın ne alemi var” havasında. Onun jenerasyonu, dile kolay 36 sene faşist diktatör Franco’nun diktası altında yaşamış. Şimdi tabii iyiler.
Katalanca konuşulmazmış mesela evlerinde. Yasak zaten.*** Çocuğuna Katalanca isim koyamıyorsun, mezar taşın bile İspanyolca yazılmak zorunda. Katalanca şarkı yasak, kitap yasak, tiyatro yasak. (Biraz tanıdık geliyor değil mi?). Nitekim Xavi sonradan öğreniyor Katalancayı.

Biz önemli bir toplantıya gidiyoruz, turist gibi gitmeyelim, ciddi olalım diye üstümüze başımızı ona göre ayarladık, fakat o da ne Xavi’nin ayağında şort üzerinde tişört. Gittik kongre merkezine, onun gibi şortlu tişörtlü bir sürü insan. İnsan gerçekten hayret ediyor :)
Şimdi üst baş serbest fakat davaya sadakatte ciddiyet esas.
Katalan Ulusal Meclisinin başkanı bir kadın, Carme Forcadell. Başkan yardımcıları (eşbaşkan mı yoksa) o da kadın. Xavi gururla söylüyor.
Carme’nin konuşmasından etkilenmemek mümkün değil.
“Katalan toplumu tabii ki özgürlüğü savunuyor, fakat en önemlisi biz demokrasiyi savunuyoruz… kendi geleceğimize demokratik ve barışçı yoldan kendiniz karar vermek istiyoruz. İspanya'nın parçası olmaya biz karar vermedik, 300 yıl önce bizim adımıza karar verildi. Fakat bütün bu yıllar içinde İspanya, Katalan Halkının kendisini İspanyol krallığının bir parçası hissetmesini sağlayamadı… Biz herkesin özgür olmasından ve kendi hayatları hakkında kendi kararlarını vermesinden yanayız, tüm ulusların kendi geleceklerini tayin etmeye hakkı olduğuna inanıyoruz”
Başka konuşmalardan da sonra sıra milli marşlarına geliyor.
Henüz herkes ezbere bilmiyor olacak ki perdede sözleri yazıyor. Aslında marşın/şarkının tarihi 1640’lara, 30 Yıl Savaşları dönemindeki Katalan Ayaklanmasına kadar gidiyor ama Katalan hükümeti 1993 yılında milli marş olarak benimsemiş.
Marştan sonra sloganlar atılıyor (linki şurada). 
Derken sahneye palyaçolar çıkıyor. Müzik eşliğinde bir şeyler.
Biraz tuhaf geliyor insana tabii, adamlar bağımsızlık toplantısını palyaçoyla mı kapatıyor, ne biçim iş derken, bir tanesi elindeki bir sepetten bir yün yumağı alıp bir diğerine fırlatıyor. Derken öbürü ona, diğeri salona fırlatıyor. İstenen şu: Yumağı yakalayan herkes ucunu bırakmadan salonun başka bir yerine fırlatacak. İnanılır gibi değil ama birkaç dakika sonra bütün salonun içi rengarenk çizgilerle doluyor (linki şurada). İşte bu insanların iletişimi, diyorlar. Acayip bir coşku. Tüyler ürperiyor. Gözler doluyor. Perdede teşekkür yazısı.

Çıkışta kitap sergisi var. Fakat hepsi Katalanca, istesem de alamıyorum.
Girona içinde küçük bir tura katılmak üzere binadan ayrılıyoruz.
Tren katarı görünümlü bir otobüsün içine doluşuyoruz. Şoför şişman iri yarı, dişleri filan bir tuhaf, komik bir adam. Orta Çağ Avrupa’sından gelme, yahut Asteriks’ten bir karakteri andırıyor. Zaten Katalonya’da ve sonradan gittiğimiz Bask Ülkesinde toplam 8 gün içinde belki 10 dışa şaşı insan görmüşümdür. Fazla karışmamanın sonucu olsa gerek.

Tekrar Barselona’ya dönüş.
Barselona’yı çok sevdim, eski Kadıköy-İzmir karışımı bir yer. Balkonlar, tenteler ve son günlerin heyecanının yansıtan Katalan bayrakları. Acıtmayan güneş. Pozitif bir elektrikler dolaşıyor havada. Rahatlık buram buram :)
Barselona’da tek sinir olduğum şey sokaklarda tabela olmamasıydı. Hemen her yere yürüyorduk. Elimizdeki haritada sokağın adı yazıyor amma velakin sokaklarda sokak adları yazmıyordu. Bir iplemezlik havası mı desem artık :) Hazırlık yaparken kendimize kılavuz seçtiğimiz National Geographic armağanı şehir haritasında La Sagrada katedrali temsili resminin ön cephesinin ters basılmış olması sonucu arka sokaklara dalarak bir miktar kaybolmak çok gereksizdi mesela. Yine de gece sokaklarda yürümek çok güzeldi. Son gün Dünya Kupası finali oynandı, meydanda Alman gençler kutlama yapıyordu. Brezilya’yı tutanlar da var. Çoluk çocuk başka bayraklarla gelenler de. Kavga filan çıkmadı.
Son gün İstanbul’da görüşemediğimiz Zeliş’i gurbette ziyaret ettik. Oradan çıkıp Miro parkı, Mercat Del Encants (Bit Pazarı) gezdik. Sınırlı günlerimiz bitiverdi. Biz gittiğimizde kapalı olan müzelerde aklım kaldı. Özellikle Müzik Müzesi ve Casa Battlo’nun içi “artık bir dahaki sefere” kaldı.

  * Şahane bir G. Cabrera Infante romanı olan KAPANDA ÜÇ KAPLAN’ın orijinal adından (Tres Tristes Tigres) mülhem.


*** DİLE KARŞI SAVAŞLAR - KATALANCABize verilen kitaptan Katalancanın yasaklanmasıyla ilgili kısmın çevirisi

PANDISPANYA ALBÜMÜ BURADA






Sunday, November 2, 2014

DİLE KARŞI SAVAŞLAR - KATALANCA*





Ülkeleri dışında Katalanların konuşmalarına şahit olunduğunda sıklıkla İtalyan zannedilmeleri, nerelisiniz sorusuna “Barselona” cevabı alındığında da bir tür İspanyolca konuştukları kanaatine varılması çok sıradan. Bu durumda Katalanların, konuştukları dilin İspanyolcanın bir lehçesi olmadığını, tıpkı Fransızca veya İspanyolca gibi ayrı bir dil olduğunu izah etmeye çalışması da olağan.
Tarihçi Josep Benet de aynı şeyi Franco’nun diktatörlüğü sırasında yapmış.
2002 yılında Serra d’Or dergisinde yayımlanan bir makalesinde anlattığına göre, Franco karşıtı yer altı hareketinin bir üyesi olarak sorumluluklarından biri de diktatörlük altındaki Katalanların durumuyla ilgilenen yabancı gazetecileri ağırlamak.
Benet bu görevi nedeniyle ileride Uluslararası Af Örgütü’nün kurucusu olacak Peter Benenson gibi kişilerle görüşüyor. Onlara, İç Savaşın sonunda 1939 yılında Franco rejimi tarafından Katalonya’ya karşı başlatılan kültürel soykırımı anlatmaya çalışıyor.
Ancak hiç de kolay olmuyor bu, çünkü bu kişilerin Franco’nun zaferi öncesinde otonom bir Katalonya’nın varlığından haberleri yok. Birçokları Katalancanın, İspanyolcanın kendine özgü edebiyatı olmayan bir lehçesi olduğunu düşünüyor.
Benet her birine savaş öncesine ait gazeteleri ve dergileri, William Shakespeare’in tüm eserleri gibi Katalancaya tercüme edilmiş klasikleri göstermek durumunda kalmış.

XIV. LOUIS - KATALANCAYI RESMEN YASAKLAYAN İLK KİŞİ
Aslında Franco’nun diktatörlüğü sırasında Katalan dilinin engellenmesi istisnai bir olay değil, süregelen davanın bir sonucu. Bunu başlatanlar ise tahmin edilenin aksine, İspanyol Devleti değil, Fransızlar. 17. Yüzyılın ortalarında, IV. Philip’e karşı savaştan sonra Portekiz yeniden bağımsızlığına kavuşurken, Katalonya ikiye bölünüyor. Conflent, Vallespir, Rosello ve Cerdanya’nın bir bölümü (günümüzde Languedoc-Roussillon) XIV. Louis’nin eline düşüyor. Kendini “Güneş Kral” olarak kabul ettiren Louis’nin 1700 yılında imzaladığı Katalancayı yasaklayan fermana göre “Katalancanın kullanılması iğrenç ve Fransız ulusunun şerefine aykırı” kabul ediliyor.

POLİTİKA VE DİL MODELİ EMPOZE EDİLİYOR
Katalancaya resmen yasak getirilmesi Pirenelerin güney kanadında İspanyol Veraset Savaşı’ndan sonra başlıyor.
V. Philip 1707 yılında, İspanya’daki tüm Krallıklarında tüm resmi uygulamaların aynı içtihat altında toplanmasına ve tümünde Castile kanunlarının geçerli olmasına karar verdiğini açıklayarak fetih hakkını kullanma niyetini ortaya koyuyor.
Rönesans’tan sonra mutlak monarşiler fethettikleri bölgelerde muzafferlerin dilini empoze etmeleriyle biliniyor. İngiltere bunu Galler’de (1535), I. Francis Fransa’da (1539), İspanyol kralı IV. Philip Amerika’da (1636) uyguluyor.
Katalonya 1714’te yenildiğinde ve tüm kurumları lağvedildiğinde İspanyol monarşisi de kendi politik ve dilbilimsel modelini empoze etme hakkını kendinde görüyor.
Gelgelelim, teori ile pratik aynı şey değil; Bourbon kralının yetkilileri beklenmedik bir engelle karşılaşıyor: Halkın çoğunluğu İspanyolca bilmiyor ve günlük hayatlarında hiç kullanmıyor. V. Philip’in Katalonya’daki sağ kolu Jose Patino kafasının nasıl karıştığını Madrid’deki üstlerine şöyle bildiriyor: “Vatanlarına tutkuyla bağlılar (…) ve sadece anadillerini kullanıyorlar.”
Patino’nun ortaya çıkardığı bu tek dillilik gerçeği, İspanya’da Katalan dilini resmen yasaklayan ilk belge olan 1716 tarihli “Nueva Planta” kararnamesinin temelini oluşturuyor. Ancak, Patino'nun sözlerinin günümüzde başka bir önemi de var: İspanyol tarihçilerin ısrarcı ve yanlış iddialarının aksine Katalanların Orta Çağlardan bu yana çift dilli olmadığını kanıtlıyor.
Bazı İspanyol tarihçilerin Katalan dilinin asla yasaklanmadığı ve İspanyol dilinin asla empoze edilmediği şeklindeki vazgeçmedikleri iddiaları 2002 yılında Bourbon Kralı Juan Carlos’un da bir konuşmasında dile getiriliyor.

OKUL - İLK SAVAŞ ALANI
Yıllar geçip Bourbonlar politik rollerine yerleştikçe İspanyolcanın dayatılması daha da şiddetleniyor. V. Philip’in oğlu III. Charles ilk olarak okullarda Katalanca eğitimi verilmesini yasaklayan kraliyet fermanını yayınlıyor. Majorca’da bunun uygulamasındaki yöntemlerden birinde öğretmenlere bir yüzük verilmesi. Öğretmenler bu yüzüğü Pazartesi günü bir öğrenciye veriyor, diğer öğrencilere de okulda İspanyolca dışında tek bir kelime konuşulmaması uyarısı yapılıyor. Bir çocuk Katalanca konuşursa, yüzük ona takılıyor ve haftanın bitiminde yüzüğü taşıyan çocuk cezalandırılıyor.
III. Charles’ın yasakları okulla da sınırlı kalmıyor ve kitap yayınlamaktan, doğum, ölüm ve evlilik kayıtlarına kadar uzanıyor. Nihai amaç Katalan halkının ortadan kaldırılması ve aynı zamanda yeni İspanyol ulusunun kurulması. Günümüzde halen geçerli olan İspanya milli marşı 1770’te kabul ediliyor; 1785 yılında ise İspanyol bayrağı resmiyet kazanıyor.

KATALANCA ÖLMEK YASAK
Katalonya böylece 19. yüzyıla kamu idaresinde, eğitim sisteminde, kilise ve mahkemelerde, muhasebe kayıtlarında, kitaplarda ve şarkılarda dili yasaklanmış olarak giriyor. İspanyolcanın ulusal dil olarak kabul edilmesi ve  Katalan dilinin bölgesel bir dil veya lehçe olarak kabul edilmesi de bu zamana rastlıyor. İspanyolca ise prestij, bilim ve kültür dili olarak kabul ediliyor, yüksek eğitimi kolaylaştırdığı argümanıyla halka dayatılıyor. 19. yüzyıldaki tüm hükümetler ister muhafazakar olsun ister ilerici, hangi politik kanattan olurlarsa olsunlar yeni dayatmalar getiriyor. Artık mezar taşlarında  (1838), şirket adları ve sokak adlarında (1860) İspanyolca şartı getiriliyor, noter mukavelelerinde (1862), tiyatro oyunlarında (1867) ve hatta telefonda (1896) Katalanca yasaklanıyor.

MODERNİZMİ MÜMKÜN KILAN BAĞLAM
Dilbilimsel durumun aksine, özellikle de Kristof Kolomb zamanından beri yürürlükte olan İspanyol vetosunun kaldırıldığı 1778 yılında Amerika ile Katalonya arasında serbest ticarete izin verildiğinde Katalan ekonomisi muazzam canlanıyor. Ticaretin getirdiği zenginlik ve hızlı endüstrileşme Katalonya’yı tekstil merkezi haline getiriyor. Ressamları ve mimarları destekleyen sağlam bir burjuva sınıfı ortaya çıkıyor. 
Yerel kültür merkezlerinde aktif biçimde bir araya gelen güçlü bir işçi sınıfı ile birlikte bu gelişmeler, Renaixença (Rönesans) adı verilen hareket içinde politik Katalan nasyonalizminin ve Katalancayı edebiyat dili olarak kullanma talebinin ortaya çıkmasına katkıda bulunuyor. Bu hareketin en önemli temsilcilerinden birisi de Antoni Gaudí ve onun patronu sanayici Eusebi Güell’in yakın dostu Jacint Verdaguer’dir.

Fransa ve Almanya’da da ortaya çıkan yeni sanatsal akımın ardından mimari (Gaudí, Domènech i Montaner), resim (Casas, Rusin͂ol) ve heykel (Llimona) ancak orta çağlardaki Katalan Romaneskiyle karşılaştırılabilecek muazzam bir aşamadan geçiyor.

19. yüzyılın ikinci yarısındaki en büyük İspanyol entelektüellerinden biri olan Marcelino Menéndez Pelayo bu dirilişin sırlarını şöyle özetliyor:  “Fransız hanedanının birinci kralının bu acımasız ve berbat intikamı Katalonya’nın ruhuna zarar veremedi […] Kurumlarının yok edilmesinden sonra da onları besleyen bu ruh kahraman Barselona’nın dumanı tüten enkazının üzerinde gezmeye devam etti […] Katalancanın hem dini hem de seküler işlerde yazılı dil olarak kullanımına son verilemedi.”
19. yüzyıl biterken Madrid’de yayınlanan birçok makalenin de kanıtladığı gibi, Katalan dili ve kültürü genel olarak İspanya’nın tamamını büyük kılan bir değer yerine bir tehdit olarak görülüyordu. Katalonya Katalan dilinin resmi statüsünü geri kazanması için mücadele ederken, Madrid bu resmi statünün reddedilmesini sağlayacak bir tarihi çerçeve belirlemek için çalışmalara başlamıştı. O zamandan bu yana hem politikacılar hem de medya tarafından tekrar edilen manipülasyonlar ve yanlış anlamalara dayanan bu çerçeve, sonuçta İspanyol kamuoyu oluşturmaya yetti. Böylece, tüm resmi belgelerinin Katalanca yazılmış olmasına rağmen, Katalan Mahkemelerinin (1714 yılına kadar geçerli olan Katalan idari organı) Katalancayı hiçbir zaman resmi dili olarak kabul etmediği (Menéndez  Pidal, 1902) veya “hiçbir kurulu ulusun Katalancaya muhalif olmadığı” (Tubin͂o, 1180) açıklandı.

İSPANYOL ENTELEKTÜELLERİ KATALANCAYI SAVUNUYOR
20. yüzyılda Primo de Rivera diktatörlüğü başka bir baskı dalgası getirdi. 18 Eylül 1923 tarihinde, yönetimi ele geçirdikten beş gün sonra, Katalan bayrağının çekilmesi ve kamu kuruluşları ve derneklerinde Katalanca konuşulması yasaklandı ve ayrıca aşırı milliyetçi olarak tanımlanan 46 derneğin kapatılması emri verildi. Baskı o denli büyüktü ki, sonraki yıl Mart ayında beklenmeyen bir şeye şahit olundu: 116 İspanyol yazar Katalan dilini savunan bir manifesto yayınladı. İmzalayanlar arasında daha sonra İç Savaş sırasında vurulacak olan şair Federico Garcia Lorca, Jose Ortega y Gasset ve savaş zamanında İspanya Cumhuriyetinin başkanı olan Manuel Azana da bulunuyordu.
Bu manifesto istenen etkiyi yaptı ve 1927 yılında Madrid, Katalanca kitaplar için bir kitap fuarı yaptı. La Voz dergisine konuşan Luis Araquistáin “Bize sergilenen bu 6 bin cilt, Katalanlardan nefret eden bazılarının arzu ettiği gibi İspanyollardan nefretin bir dışavurumu değil, sadece dilsel bir gerekliliktir. […] Katalanların Katalanca yazması kadar doğal bir şey olamaz, çünkü kendilerini bu dilde ifade ediyorlar […] ve çok sayıda bu dilde okuyan insan olduğu için de Katalanca yayınlanan Platon iki yıl içinde 4 bin sattı,” diyor ve İspanyolca basılan bir Platon kitabının hiçbir zaman 4 bin satmadığını da sözlerine ekliyor.

FRANCO YÖNETİMİNDE KÜLTÜREL SOYKIRIM
1930 yılında Primo de Rivera’nın düşmesinden sonra 1931’de Cumhuriyetin ilanıyla Katalanca tekrar resmi statüsüne kavuşuyor ve bir dereceye kadar politik özerklik kazanıyor. Fakat bu özerkliğin temelini kurma amacıyla yapılan Statü müzakereleri ve Bask Ülkesi, Aragon ve Asturias gibi  İspanya’nın diğer bölgelerinin de kendi statülerini belirlemeye başlamasıyla yeniden ilişkilerde gerilimi tırmandırıyor ve Madrid’de cumhuriyetçi devletin bölgesel organizasyonuyla ilgili tartışmaların kızışmasına yol açıyor. El Imparcial gibi gazetelerde “Özerklik vermektense iç savaş yeğdir” türünden açıklamalar, baş gösteren trajediyi öngörmekle kalmayıp aynı zamanda sağ ve sol kanat politikacılar arasındaki çatışmanın nefrete dönüşmesini en üst düzeyde indirgemecilik olduğunu da ortaya koyuyor.

Birçok kişi için bu bir dizi tüzüğün İspanya’nın parçalanmasına neden olacağı korkusu İspanyol milliyetçiliğinin yüceliği nakaratın askeri kalkışmayı meşrulaştırıyor.
Franco generallerinden Queipo de Llano’nun savaş sırasında yaptığı kışkırtıcı radyo konuşmalarında “Madrid’i bir bahçeye dönüştüreceğiz, Bilbao’yu bir fabrikaya ve Barselona’yı da muazzam bir inşaat alanına dönüştüreceğiz” gibi cümleler kullanılıyor. Fakat Franco tarafındaki kızgınlığın tek hedefi Katalonya değildir. Cumhuriyetçi tarafta Katalonya’da özerkliğin savaşı hazırladığı duygusu büyük bir kine yol açıyor ve bunun sonucunda, Franco 1938 yılında Özerklik Statüsünü ve Katalancanın resmi statüsünü kaldırdığında bazı İspanyol Cumhuriyetçilerden hiç itiraz gelmiyor.

Francoculuk Katalan dili ve kültürü açısından Katalonya’nın soykırımı olmuştur. General Franco, şayet Katalancanın kamusal yaşamdan tamamen yok olmasını sağlar ve üniversitelerden başlayarak kültürel kurumlarının tümünü baskı altına alırsa, milli duygunun da yitip gideceğine inanıyor. Bunun uygulamaya dökülmesiyle Katalan entelektüellerinin neredeyse tamamı sürgüne zorlanıyor. Bu kültürel sürgünün dayanak noktalarından biri çellocu Pau Casals’ın Pirenelerin Fransız tarafında Prada de Conflent’teki evi olmuştur. Casals müziği bırakarak kendini Mercè Rodoreda, Pompeu Fabra ve Pere Calders gibi önemli figürlerin de aralarında bulunduğu Katalan mültecilere yardıma adamıştır. Neticede hiçbir kanun veya ceza, ailelerin çocuklarıyla her zamanki gibi Katalanca konuşmasına veya Katalanca dergi ve edebi eserlerin gizlice yayınlanmasına engel olamamıştır. Fakat Frankoculuğun dayattığı sessizliği bozmayı beceren müzik olmuştur. 1960’ların başlarında ve Nova Cançó (Yeni Türkü) olarak bilinen hareket içinde bir grup genç şarkıcı-şarkı yazarı, Katalan kurumlarının yeniden hayat bulmasını ve demokrasiye geçişi talep eden gizli politik ağların organize ettiği oturma eylemleri ve gösterilere müzikal katkıda bulunmuştu.

DİRENİŞ VE GİZLİLİK
Bu gizli örgütler Katalancaya yapılan bu zulmü sadece aşırı sağcı rejime bağlıyor, sol eğilimli İspanyol politikacılarının Katalan diline karşı her zaman hoşgörülü ve saygılı olduğunu ima ediyordu. Fakat, Katalancaya uygulanan siyasal zulüm konusunda uzman tarihçi Francesc Ferrer i Gironès bunun aksini ispatladı. Anayasanın kabul edildiği 1978 yılı ile 2002 arasında yasama, yargı ve yürütme alanlarında Katalanca kullanımını isteğe bağlı, İspanyolca kullanımını zorunlu kılan yüz elli resmi karar saymıştır. Üstüne üstlük Katalan dili, anayasa uyarınca daha önce Katalonya, Valencia, Balear Adaları ve Aragon’daki Franja de Ponent’i kapsayan dil birliğini kesin olarak kaybetmiştir.

BİR SEÇİM SİLAHI OLARAK KATALANCA
Bu süreç 1978 yılında Valencia’da başladı ve Valencia gelenekleri ve dilinin Katalonya ve Katalan diliyle ilgili her şeye karşı (fakat asla İspanya veya İspanyolcaya karşı değil) mücadeleye girişmesine neden oldu. 1980 ve 90’lı yıllarda, Balear Adalarında da uygulanan bu “böl ve yönet” stratejisi, vaktiyle Aragon Kralının hüküm sürdüğü topraklarda Katalan dili ve kültürünün geleneksel birliğini teşvik etmeye çalışan kişi ve kurumları marjinalize etti.
Gerçek şu ki, 21. yüzyıla girerken Katalanca tam bir kuşatma altındadır.
Örneğin, İspanyol Parlamentosunda en çok sandalye sahibi olan Katalan ulusal partisi CiU’dan gelecek önemli desteğe bel bağlamış olan Felipa González hükümetinin son dönemini ele alalım. Bu paktı bozmak için José María Aznar liderliğindeki ana muhalefet partisi Katalonya’ya karşı en çok da Katalancanın kullanımına odaklanan bir medya kampanyası başlattı. Ancak, sonraki seçimlerden sonra, Aznar hükümet olabilmek için CiU’nun desteğine ihtiyaç duyduğunda söylemini yumuşattı ve “özel hayatında” Katalanca okuduğunu ve konuştuğunu iddia etti. O dönemde Aznar, “Ben İspanyol’um ve İspanyol olduğuma göre Katalan da sayılırım” gibi kafasının ne kadar karışık olduğunu gösteren sözler sarf etti.
Arşivlere kısaca bir bakıldığında tümü de politikacılar, entelektüeller ve akademisyenlerin ağzından çıkan ve gazeteler, radyo ve televizyonda tekrarlanan kimi zaman komik kimi zaman Makyavelist bu gibi ifadeleri bulmak mümkün. Liste çok uzun ve uzamaya da devam ediyor. Bu zaman zarfında ise Katalan diline karşı önlemler de onaylanıyor, üstelik “İspanyolcanın Katalonya topraklarında kaybolmaya yüz tutmuş dil” olduğu savıyla. Bunların en yenisi 2013 yılında imzalanan, her ne kadar sınav sonuçları bu iddiayı çürütse de çocukların yeterince İspanyolca öğrenemediği argümanını kullanarak, Katalan okullarında uygulanan dil modelini bozan Eğitim Kanunu. Başka bir örnek, Aragon mahkemeleri tarafından Franja de Ponent bölgesinde Katalan diline yeni bir isim verilmesi. Artık bu bölgede Katalancanın adı “Doğu bölgesine özgü Aragon dili”. Bu karara İspanyollar bile gülmüştür.
Tüm bunlar ve özellikle de Anayasa Mahkemesi tarafından 2010 yılında geçirilen ve
2006 Özerlik Statüsüyle benimsenen hakları hiçe sayan karar, Katalan kamuoyunda giderek artan bir yorgunluğa yol açtı. Artık içinden çıkılmaz bir hale gelindiği ve daha fazla bir açıklamanın işe yaramayacağı duygusu yarattı. Demokratik yönetimde dünyaya gelen yeni nesil tüm İspanyolların da Katalonya tarihini göz ardı eden eğitim aldıklarına şahit oldukça hayal kırıklığı da artıyor. Katalancanın korunmasını sağlayacak bir statü bulunmamasının bir tehdit olduğunun pek az kişi farkında, bir kısım ise bilinçli olarak gerçeğe gözlerini kapatıyor. Her şeye rağmen, Katalanca blogosferde sekizinci önemli dil ve yazılımını Katalanca da sunan Facebook, Twitter ve YouTube gibi Google’da da on dördüncü sırada.
Bitmeyen bu canlılık, Katalan dilinin hayatta kalmasını sağlamak için tüm güçlüklere rağmen ve büyük ölçüde tek başına mücadele etmiş olan Katalan sivil toplumunun çabaları sonucudur.

-
* Kaynak: Catalonia CALLING - What the World Has to Know